Pazar

Yabancı ve Ben




Gözlerimin izin verdiği kadarıyla uzaklarda sıralanmış dağları ve o dağların kıyılarına konumlandırılmış, kuş bakışı mesafede yanan kibritleri andıran evlerin ışıklarını seyrederken kapıdan içeri girdi.
Selam sabah yok. Sadece mutfak bünyesine zimmetli birkaç materyalin yerini öğrenmek için, birkaç önemsiz soru. Manzarama geri döndüm. Odasına çekildi. İki kişilik yalnızlığın tablosu o an, o evin içinde resimlendi.

Renklerini ben seçmedim.

Sisler, dağların üzerinde gezintiye çıkmışken ellerimin üşüdüğünü hissettim. Ellerim üşüyor sadece, ev sıcak, ellerim, bütün bünye reaksionlarımla inatlaşır gibi üşüyor. Bunun için kendime kızmıyorum, ellerim üşümesin diye kendime sarılıyorum.

Ellerini bahçeye dikenlerden sonra, uzanıp kendi yanaklarını öpenlerden sonra, kendine sarılanların arasındayken bile ellerim üşüyor. Bunun için şiirlere kızmıyorum.

Bir kahve yapıp penceremin önüne, dağların sisle kaplanmış, aralarında belli belirsiz görünen küçük ışıkların karşısına oturuyorum. Varlığımdan görebildikleri ışık kadar haberdar olan evlerin karşısına. Varlıklarından görebildiğim ışık kadar haberdarım. Sabah olduğunda ortak ışığımızın altında birbirimizi unutarak geçireceğimiz günlerimiz, biraz da yokluk değil midir? Unutmayı yokluğa dahil edelim. Unutuşları yokoluşlarla eşitleyip hatıra defretlerinin en okunaklı yerlerinden başlayalım silmeye, yerine belki yenileri yazılır diye. Belli-ki tek defterlik ömrümüzde ıskalamaktan tükenen kalemleri, silmekten eprimiş defterleri, yazmaktan üşüyen elleri ve en çok kendimizi tüketip öyle çıkacağız sonsuzluk yollarına. Haritasız, tek çizgi dahi atılmayan bir yolda azık diye tabir edilen küçük bir bez parçasında kendimi düşünüyorum. Ne elem, Ne de neşe, kocaman bir hiçliğin içindeymişçesine rahat, geniş, konforlu ancak hissiz bir yakarış gibi duruyorum o küçük bez parçasının içinde. Kendi yoluma, yoldaşlığıma sevinip, defteri ve kalemi kucağıma alıyorum. Sanki birazdan bir leylek gelecek ve beni bilmediğim diyarlara götürecek. Bu çocukluktan kalma sürrealizm nereden geldi bilmiyorum.

'Dökmeye niyetim yok içimi, zor sığdırdım zaten' demiş şair,
İçimi dökmeye niyetlenmiyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse
bu yorgunlukla çok önceden tanışıyorum.

Sabah olmaya yakın, ay karanlığının nazlıca sunduğu ışığı kaybolurken ve güneşin kendinden önce ayak sesi misali aydınlığı gökyüzünden yeryüzüne yavaş, usul, hiç acelesi yokmuş gibi düşerken uyurum. Daha çok vaktim var. Üst kattaki tanıdık yabancının, hiç tanışılmadığı için değil, sonradan unutulduğu için yabancılaşan yabancının varlığını da unutmaya çabalarayak uyurum.
Karşımda, çok uzaklarda, akşam saatleri göz aşinalığıyla ışığını gördüğüm küçük evler yavaş yavaş karanlıkla buluşurken uyurum. Daha çok vaktim var, daha ellerimi ısıtacağım.

Ellerimi yazılarıma gömüyorum.